Bir düşün peşinde...

Dış dünyanın kaosuyla başa çıkmak zorlaşınca, hayatın bilinmedik yollarında kaybolmuşluk duygusu etrafı kaplayınca, ben bir düş’ün peşine düşüveriyorum. Orası uçsuz bucaksız bir masal diyarı gibi açınca kapılarını, hatırlayışlar, anılar ve gelecek günlerin ilk habercileri de düşüveriyor zihnime, kalbime.

En iyi gelen şey, bilindik kentlerin tanıdık sokaklarının hatırlarına dalmak oluyor. Yahut hiç gitmediğim ama çok merak ettiğim antik ve kadim bir uygarlığın bulutlara değen sarp yamaçları beni alıp götürüyor, dünyanın bilindik hikayelerinden çok uzaklara.

İnsan, kendine, çıkmaz sokaklardan çıkabilecek gücü verecek güzel, tatlı, ümitvar bir “şey” istiyor. O “şey”in adı, rengi, kokusu herkesin zihninde başka şekilleniyor ancak yarattığı etkinin sonucu, yeniden deneme cesareti olarak göz kırpıyor.

İnsan, ne kadar dirençli olduğunu, içinde kendini defalarca ayağa kaldıracak, kırdığı kalemin ucunu sivriltip yeniden yazmaya cesaretlendirecek, kapkaranlık bir odada el yordamıyla perdeleri buldurup, o perdeleri ardına kadar açtıracak gücü olduğunu asla bilemiyor. O derde düşmeden önce…

Ve insanın hayatta kalma, azimle devam etme, uyum sağlama, alışma, alıştığını sahiplenip ondan öncesini yok sayarak sahiplendiğine sımsıkı sarılma becerisi beni her tanık olduğum olayda daha da şaşırtıyor. Bu defadan sonra artık olmaz, yok canım daha neler dediğim pek çok olay, vay canına nidasıyla son buldu. Öğrendiğim şudur ki, insan asla ümit kesilecek bir canlı değil…

İnsan, kendinden de ümit kesebilecek bir canlı değil. Ondandır ki, benim, eve kapalı kalıp sokağın başına kadar bile yürümeye iznimiz olmayan zamanlarda tutunduğum en güçlü “şey”in seyahat etme ihtimali olduğunu fark ediyorum. Kıvrım kıvrım yeşil yollardan varılan masmavi denizlerin, beyaz badanalı kutu gibi evlerden sarkan begonvillerin, parke taş döşeli eski arastalarda içilecek bir fincan közde kahvenin hayali, her zaman, her şeye iyi gelir. Yeter ki sağlık olsun, yeter ki kalbimizin huzuru daim olsun, yeter ki kendinden ümidi kesme…


Senin yuvan neresi?

Bir bayram akşamından herkese merhaba;

Herşey gibi bayram da oldukça “değişik”. Değişik gelmesinin sebebi, alıştığımız rutinlerden sıyırıp bize başka bir yolu deneyimletiyor olmasından. Ve tam bu satırları yazarken kalbimden geçen şey, herşeye anlam yüklüyor olmanın insan üstünde yarattığı gerilim ve yorgunluk. Bayrama, kutlamaya, kutlanamamasına, kutlamanın şekil değiştirmesine, insan olma hallerine sürekli isimler bulup o isimlerin içini dolduruyoruz. Bazı şeyleri daha anlamlı, daha özel kılmak istiyor ve bunu geleneksel hale getirip herkese uygulattığımızda içimiz daha çok rahat ediyor.

Bayramlara bu açıdan bakacak olursak, ben çocukken bayramların anlamı biraraya gelmek, görüşmek, haberleşmek, birkaç günlüğüne de olsa hayatın koşturmacasına ara vererek sosyalleşmek için zaman yaratmaktı. Sonra değişen hayat koşulları, akıllardaki bayram algısını tatille değiştirtti. Çünkü zaten sosyalleşecek mecralarımız vardı ama hayatın koşturmacası bizi öylesine yoruyordu ki, dinlenmeye de ihtiyacımız vardı. Nasılsa herkesle görüntülü konuşabiliyor, hal hatır sorup bayramlaşabiliyorduk, onun için arefe gecelerinde büyük şehirlerden kavimler göçü başlatırcasına tatillere gitmeye başladık. Hatta bunu bir geleneğe dönüştürdük, üç günlükleri dörde, dört günlükleri beşe tamamladık, yetkililer bize daha da güzelini verdi, dokuz günlük molalar yarattık kendimize. Rahmetli ananem derdi ki “Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım.” Ben de şimdi aynı inançla size itiraf edeyim, o dokuz günlerin tadına doyulmuyordu. 2020’nin ilk bayramı için de cumartesi başlayan tatili cumaya çekmiş, Salı olan bitişi de çarşambaya kendi irademle çoktan uzatmıştım bile… Hepimiz yapıyorduk bunu. Yapıyorduk ama eski bayramları yad etmek de ağzımıza sakız olmuştu. Hem yaşadığı andan mutlu olup hem de geçmiş bitmiş birşeyi delicesine özlemek, hele ki şimdi bu ortamdan bakınca daha da tuhaf görünüyor.

Gerçek şu ki, geçmiş günlerden özlediğimiz bazı duyguların boşluğunu, hiçbirşey dolduramıyordu. Eski Türk filmlerindeki herşeyi olan ama yine de mutluluğu bulamamış karakterler gibi gözlerimiz uzaklara dalıyor ve hep başka bir anın içinde yaşıyorduk. Tüm zamanların eşitlenip birleştiği ve ister çocukluğun tatlı masumiyeti deyin, ister insan ilişkilerinin yeniden dizayn edildiği bugün, farkediyoruz ki, belki de aradığımız yuvada olmak hissiydi. Kendimizi güvende hissettiğimiz, sevildiğimize ve korunduğumuza inandığımız, içinde sınırsız neşe ve huzur olan o anlara uzanıyordu hafızamız ve arıyor ama bulamıyorduk.

Şimdi, çıktığımız tatillerdeki gibi çekirdek aileler halinde, belki de yalnız, ama eski bayramlardaki gibi evdeyiz. İsteklerimizin hangi kısmında mesaj karıştı bilmiyorum 😊 Ama yine, olmayan bir şey var. Yuvadayız ama “yuva” herkes için aynı manada değil. Öyle olmadığını gördük. Duvarlar arkasında insanlığa dair tüm duygularla yüzleştiren sonsuz sayıda hikaye yaşanıyor. Belki yuva tanımı da değişecek herşey bittiğinde ve ailenin manası da bambaşka olacak kalbimizde. Kan bağının aile demek olmadığı epeydir ortada. Yoksa kan bağı dünyanın en vazgeçilmez şeyi olsa, onlardan uzaklaşmak için saatlerce yol gider miydik? Bazı akrabaları görmeyeceğimiz, bazı sohbetleri mecburen işitmeyeceğimiz ve bazı sorularla özel hayatlarımızın orta yerine dalınmayacağı için o kadar mutlu olur muyduk?

Çocukken açılan kucakların büyüyünce değişen anlamları ve yaşattıkları, bambaşka ortamlara sürüklüyordu bizi. Şimdi, o durduğumuz ve farkettiğimiz yerdeyiz. Belki de adını koymalıyız artık eskilerden neyi taşıyıp neyi bırakacağımızın. İnsanlar, yerler, zoraki sürdürdüğümüz hiçbirşeye yer yok artık hayatlarımızda. Zorunluluklardan ve istemeden tahammül ettiklerimizden kaçtığımızı ve şimdi onlarla yüzleşmemiz gerektiğini söylüyor bu bayram. Yuvanın yeniden aynı anlamı kazanması için yetişkin gibi sorumluluk alıp adım atmamız isteniyor bizde. Yoksa yarın öbür gün bitecek virüs ve herşey eskisine yakın bir hale bürünecek ve yine bayram gelecek. O gün geldiğinde sen nerede, kimlerle olacaksın? Senin yuvan neresi?


Ayakta kalmak...

Herşeyin alışılmışın dışında seyrettiği günler sürüyor. İlk zamanların evde kaldık, özlediğimiz birşeydi, mutluyuz tavrı yavaş yavaş yerini sabırsızlıkla karışık bir gerginliğe bıraktı. Herkes heyecanla ve hevesle “normalleşmek” istiyor. Şahsen ben de istiyorum. 24 saat aynı evin içinde birçok rolü sürdürmek kolay değil. Hiç değilse çocuklar okula gittiğinde bir süre ara verdiğimiz ebeveynlik ve eşten ayrı geçirilen zamanlarda edindiğimiz kimlikler, yeni hayatlarımızda gün boyu devam ediyor. Ve ona evden çalışanlar için ofisteki pozisyonlar ekleniyor. Evlerin içinde çoklu kişilikler birbirine karışmış durumda. Beş dakika önce online okuldaki dersi takip edip sizi sinirlendiren çocuğunuza kızmışken, hemen beş dakika sonrasında zoom’dan bir toplantıya katılabiliyorsunuz. Ve yaşanan duygu geçişleriyle başa çıkmak öyle çok da kolay olmuyor. Çünkü üç gün, beş gün, bir haftayla değil, devam eden bu süreci artık aylarla teleffuz ediyoruz.

Evet herşey alışılmışın dışında. Normalleşme isteğiyle evden çıktığımızda da eski alıştıklarımızdan çok az şey var ve bizim onlarla da yeni ilişkiler geliştirmemiz gerekiyor. Mesela ben, uzun bir süre mağazalardan alışveriş yapamam, almak istediğim bir şeyi deneyemem, restoranda kimin dokunduğunu bilmediğim bir tabaktan yemek yiyemem gibi geliyor.
Bir yandan daha az tüketimin olacağı ve zaten arzuladığımın da bu olduğunu söylüyorum kendime ama diğer yanım, insansızlığı, temassızlığı, büyük mesafeleri kabul edemiyor. Yeni hayatımızda eskisinden neler kalacak, yeni normallerimiz hangi kurallar etrafında şekillenecek cidden merak ediyorum.

Ve bu arada o kadar çok analiz duyuyorum ki, isteyerek ya da istemeyerek, onlara da şaşkınlıkla bakıyorum. Çünkü bütün analizler -doğal olarak- bildiklerimizin etrafında şekillenerek bir yön çiziyor. Ama bildiklerimizden geriye ne kaldığını hiçbirimiz bilmiyoruz. Çok bilinmeyenli bir denklemin tam ortasındayız. Denklemin değişkenleri durmadan değişiyor.

Onun için ben, böyle zamanlardan nasıl çıkıldığıyla daha çok ilgileniyorum son günlerde. İç sistemi sağlıklı ve güçlü olanların, herşeye rağmen dışardaki fırtınadan daha az etkilendiklerini gözlemliyorum. Onlar, kendilerine nelerin iyi geldiğini bulup bunları günlük rutinlerine dahil etmiş olanlar. Sebatla ve istikrarla kendi yollarında ilerliyorlar. Yazının sonunda ben de diyorum ki, hergün en az bir tane kendiniz için yaptığınız bir şey olsun. Belki on, belki yirmi dakika. Ama sadece kendiniz için ve kendinizi düşünerek. Herşey bittiğinde, ayakta kalabilmek için…

***

Dün akşam geç saatte bu yazıyı yazdıktan sonra rüyamda çok sevgili hocam Judith Kravitz’i gördüm. Ben O’na planlarımı anlattım ve o bana dedi ki “Bunların hepsi geride kaldı.” Tüm yazdıklarımın özeti belki de bu cümleydi…


Online Transformal Nefes Çalışması... Nefes yolculuğumda yeni bir durak...

Benim nefes yolculuğum 2017 yılının ilk aylarında başladı. 2016 yılı öyle ağır ve kasvetliydi ki, üstümde tonlarca yük varmış gibi hissediyordum. Astrolojik doğum haritam da hiç hava elementim olmadığını söylüyordu ve ben gerçekten nefes alamaz haldeydim.

Aslında ilk defa nefes çalışması diye bir şey olduğunu 2006 yılında duymuş ama hiç ilgilenmemiştim. Sonra 2012’de yeniden duydum ama çok umursamadım. Ama 2017’ye geldiğimde kimle nasıl nefes çalışsam diye düşünmeye başlamıştım ve nefes beni öylesine güçlü bir şekilde çağırıyordu ki, hiç nefes çalışması deneyimlemeden bir de nefes koçu olmaya karar verdim. Şimdi geriye dönüp baktığımda gerçekten çok çılgınca geliyor. Ama o zaman bulduğum en iyi adrese, Nilgül Tavsel’e gittim ve nefes almaya geldim, koç da olacağım dedim. O da bana “Ol tabii 😊” dedi. Eminim aynı şekilde giden pek çok kişi oluyordu.

Sonra ilk çalışmamızı gerçekleştirdik. Başım bulutlarda, kalbim genişlemiş, ruhum kendi yolunu bulmuş olmanın coşkusuyla ordan ayrılırken, sadece nefes alarak bu kadar güçlü bir çalışmayı nasıl yaptığımızı düşünüyordum. Sonrasında peşpeşe 6 defa daha deneyimledim ve 5 mayıs 2017’de, bundan tam 3 yıl önce, sevgili Judith Kravitz’in de liderlik ettiği seminere katıldım. Seminer bambaşka bir dünya idi. Hiç tanımadığım insanlar arasında hissettiğim dönüşüm, sevgi, huzur hissi öylesine muazzamdı ki, vermiş olduğum koç olma kararı içimde daha da pekişti.

Ve sonrasında eğitimler birbirini izledi. İnsanların hayatlarına dokunup onların şifalanmasına vesile olurken, kendi hayatımda da çok büyük değişiklikler oldu. Artık bana hizmet etmeyen ve hayatımdan gitmesi gereken herşey bir bir gitmeye başladı. Kariyerime ve hayatıma nefesle devam etme kararım güçlendikçe önüme yepyeni ve farklı kapılar açıldı. Nefesin getirdiği teslimiyet ve kabulü biraz daha sindirerek yaşamaya başlayınca, birşeyleri oldurmak için çabalama ve gereğinden fazla uğraşma alışkanlığım yerini, olanları alıp kabul etmek, olmayanlar için üzülmemeye bıraktı.

Hayat evrildikçe evrildi. Ruhumun çağrısıyla duyduğum nefeste Transformal Nefes® koçu ve grup lideri oldum. Ve geçtiğimiz günlerde, sevgili Judith’in programı güncelleyerek yeni açtığı eğitime de katılarak online Transformal Nefes ® çalışması yapabilmek için yeterlilik kazanarak sertifikamı aldım.

Şu an, 3 yıl önce asla hayal edemeyeceğim bir noktadayım. Nefesimle yeniden buluşmak, tüm hayatıma mucizevi bir dokunuş yaptı. Çok derin bir içsel yolculuğun başıydı ve hala devam eden o yolculuktaki desteği ve katkısı muazzam.

Transformal Nefes®’le ilgili ilk yazıma, kendi hikayemle ve nefes yolculuğunda hangi noktada olduğumu anlatarak başlamak istedim. Bu yazıların devamı gelecek. Nefesi daha çok paylaşıp anlatmaya devam edeceğim. Ama en son geldiğim noktadan, bir adım daha ileri gidersem, online çalışmayı deneyimlemek için en az 3 Transformal Nefes ® çalışması yapmış olmanız ya da 2,5 günlük haftasonu nefesini yeniden kazan programına katılmış olmanız veyahut 5,5 günlük seminere katılmış olmanız gerektiğini belirtmek ve, kişisel yakınlık kuramadığımız ve araya mesafe koyarak sosyalleşmek zorunda kaldığımız şu günlerde, son derece güvenilir bir protokol dahilinde ve tüm enerjimle bu çalışmaların şifasını paylaştığımı duyurmak isterim.
Yeni nefes yazılarımda ve online nefes çalışmasında buluşmak dileğiyle…


Bundan sonra hiçbirşey eskisi gibi olmayacak...

Heryerde aynı ifadeyi görüyor ve duyuyoruz. ”Bundan sonra hiçbirşey eskisi gibi olmayacak.”

Bu cümlenin yarattığı etkisi herkes için farklı oluyor. Beklenti yaratıyor, belirsizlikten dolayı ürpertiyor, merak uyandırıyor ya da daha şüpheci zihinler buna inanmıyor.

Büyük bir belirsizlik içinde, covid-19 adıyla anılan, gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama rakamsal verilerle bizi şaşkına çeviren bir süreçten geçiyoruz. Bu süreç adım adım yaklaşırken, adeta bir çember gibi etrafımızı sarıp sonra gittikçe yaklaşırken, bundan kaçamayacağımızı biliyorduk ama ne zaman bitecek, nasıl bitecek, tahminler olsa da kesin olarak bilinemiyor. Sadece, bitişiyle ilgili yukarıda yazdığım cümle tekrarlanıyor. Hiçbirşey eskisi gibi olmayacak.

Bu noktada, co-active koçlukta uyguladığımız yöntemler geliyor aklıma. Ve farkediyorum ki, hiçbirşey olmasa bile bir şey oldu ve perspektifimiz bütünüyle değişti. Aklı ve vicdanıyla dünyayı izleyenler, tüm yaşananlara daha kalpten bakmayı deneyimliyor. Çünkü akıl ve vicdan aynı düzlemde buluşunca, istatistik olarak yazılan rakamların aslında “insan” olduğu idrak ediliyor. Tek bir kişi bile çok kalabalık bir sayıyı ifade ederken, binler, yüzbinlerle söylenen rakamlardaki topluluğu görebilmek, onların ardındaki sevdiklerini, ailelerini farkedebilmek ve herşeye sadece istatistik olarak bakmak artık mümkün değil.

Ve inanıyorum ki, kendine dışardan bakanlar, tüketim alışkanlıklarını, tepkilerini, yaşam tarzlarını ve olmazsa olmaz diye niteledikleri şeylerden mahrum kalınca, neyin illaki olup neyin olmaması gerektiğini yeniden sorguluyorlar. Böylesine sıkıştıran duygular içinden geçerken, bir şekilde tahammül edilerek yürüyormuş gibi yapılan ilişkilerde de artık mızrak çuvala sığmıyor. Evde kaçacak bir yer yok çünkü. Ne kendinden, ne ailenden, ne eşinden, ne çocuklarından. Bu vakte kadar ilişki anlamında ne ekildiyse, hepsi boy vermiş, karşımızda çırılçıplak duruyor.  Tüm o ilişkilerin ilmekleri tek tek dokundu zaman içinde. Belki özenle, sevgiyle, şefkatle, sağlıklı bağlar kurarak, belki de dayanarak, görmezden gelerek, taviz vererek, gereğinden fazla fedakarlıkta bulunarak. Her ne ise, şimdi gün gibi ortada.

Herşey geçtiği gibi bu da geçecek. Dalgalar durulup sular çekilecek. Güneş tepede, etraf süt liman, kaçacak, gidecek hiçbiryerin olmadığı o anda, karar verme zamanı geldiğinde, neyi seçeceksin? Dalgaların senden götürdükleri var. Gitmesi gerekiyordu, bırakamıyordun. Suya dalıp arayacak mısın onları? Kalbindeki boşluklara şefkatle sarılacak mısın? Hangi açıdan, hangi duygularla bakacaksın hayatına?

Evet, hiçbirşey eskisi gibi olmayacak . Çünkü sen değişerek, yeni bir manzaradan bakıyor olacaksın hem ilişkilerine, hem seçimlerine, hem hayatının bütününe. Belki de düşünmenin vakti gelmiştir. Gerçekten ne istiyorsun?


Nefes ve duygularımız...

11 Nisan günü, IBF (International Breathwork Foundation) tarafından Dünya Nefes Günü olarak kutlanıyor. Transformal Nefes ® Koçu ve grup lideri olarak, nefesin önemini vurgulayacak bir gün olmasından mutluyum.

Bu vesile ile, birsüre önce HT Hayat Gazetesi’nde sevgili Senem Tahmaz ile yapmış olduğum bir röpörtaja burada da yer vermek istedim.

Nefes alış veriş ile duygularımız arasında nasıl bir bağlantı var? Nefes alış verişimiz duygularımızı nasıl etkiliyor?
Nefesimiz tüm yaşamımızın, hayatın içindeki duruşumuzun, yerleşmiş alışkanlıklarımızın ve tepkilerimizin bir izdüşümü gibi. Hep söylediğimiz bir söz vardır, nefes aldığımız gibi yaşarız. Dolayısıyla nefes tüm hayatımızla ama en çok da duygularımızla bağlantılı… Duygularımız nefes alışverişimizi etkileyen en önemli faktörlerin başında geliyor. Çünkü biz ilk bebeklikten çıkıp çocukluğa adım atarken duygularımızı nefesimizle kontrol etmeyi öğreniyoruz. Bizi zorlayan duyguları hissettiğimizde, üzüldüğümüzde, kızdığımızda, kıskandığımızda ve hatta ağlamak isteyip de ağlayamadığımızda nefesimizi tutuyor, kısıtlıyor ve o duyguyu içimizde hapsediyoruz. Böylece zamanla bu alışkanlık yerleşiyor ve nefesin doğal ritmi bozuluyor, nefes alışlarla verişlerin ahengi kayboluyor.

Dünyaya geldiğimiz zaman yaşadığımız ilk değişim nefes alıp vermek… Bebek bu büyük değişime hemen adapte oluyor ve doğal nefes ile yaşamaya başlıyor. Yetişkinliğe kadar ne oluyor da nefes alışkanlıklarımız değişiyor?
Bebekler hangi yolla ve hangi şartlarla dünyaya gelirlerse gelsinler, doğal olarak bağlantılı nefes alıyorlar. Bu şu demek, bebeklerin sistemi, hayatta var olmak için nasıl nefes alması gerektiğini biliyor. Onlar nefeslerini tutmuyorlar, kısıtlamıyorlar, yaşamın içinde özgürce akan nefesleriyle yaşama adım atıyorlar. Ancak üç yaşından sonra bazı şeyler değişmeye başlıyor. Bilinçaltı oluşup da devreye girince, nefesin otantik yapısı da bozulmaya başlıyor. Davranışlarımızın çok büyük yüzdesi bilinçaltımızdaki kayıtlardan kaynaklı ve orası kapalı bir kutu gibi… Bunun yanında, sosyalleşmeyle birlikte de uyum sağlamak, kabul görmek adına kendi doğal varlığımızdan fedakârlıklar yapmaya, duygularımızı tam olarak göstermemeye başlayıp, bazı duyguları yaşamanın yanlış, ayıp, uygunsuz olduğuna ikna oluyoruz. Nerede ağlayacağımız, nasıl güleceğimiz, kızınca ne zaman ve hangi tonda bağıracağımız bile hep toplumun kontrolü ve denetimi altında. Böyle böyle duyguları sindiriyoruz ve bastırıyoruz. Ama hiçbiri bizden, vücudumuzdan gitmiyor. Hepsi bir blokaj olarak, gerginlikler yaratarak bedenimizde varlığını sürdürüyor ve bu da nefesimize yansıyor.

Nefes alışkanlıklarımızın duygularımız üzerinde etkili olduğunu söylemek mümkün mü? Nefes teknikleri kullanarak nefesi düzenlemek, düşünce ve duygular üzerinde dengeleyici bir kontrol sağlamak için etkili mi?
Nefes, vücudun otomatik olarak gerçekleştirdiği bir davranış ve aslında kontrol etmeye ihtiyaç yok. Bebekler ve hayvanlar nefeslerini kontrol etmiyorlar. Tam tersine nefesi kontrol edecek bir davranışta bulunmadıklarından onların nefesleri özgürce bedenlerinde akıyor. Ve evet, duygularımız nefes alışkanlıklarımız üzerinde etkili. Hissettiğimiz pek çok duyguyu yaşamak için kendimize izin vermiyor, o halden çıkmak için çabalıyoruz. Bir yandan da hep pozitif ve iyi olmamız gerektiğini söyleyen anlayışlara maruz kalıyoruz. Oysa hayatın içinde yüzde yüz her zaman iyi olma hali yok. Bazen bazı durumların içinden çıkamayız ve o durum bize hangi duyguyu yaşatıyorsa ona izin vermek gerekir. O haller içindeyken duyguları izlemek, oralarda kaybolmadan geçmekte nefes çok etkili ve yardımcıdır. Öyle anlarda duygulara kapılıp gitmemeyi sağlayan yegâne şey de nefestir. Çünkü nefes sadece bu ana getirir. Ne geçmiş, ne gelecek olmayan bir yerde şimdiki zamanda nefesle kaldığımızda, zihnimizin oyunlarını fark edip onları da durdurabilmemiz ve duyguların geçip gitmesine izin verebilmemiz kolaylaşır.

Zihnimizi sakinleştirdiğimiz, kendimizi ve duygularımızı tanımaya yönelik çalışmalar yaptığımız zaman, bunları bedensel çalışmalar ve nefes teknikleriyle de desteklediğimizde kendi otantik varoluşumuzla da yeniden buluşuruz.

Bu aşamada şans ve özgür irade gibi konuların nefesle bağlantısı akla geliyor. İsviçre’de bilim insanları, özgür iradeye bağlı davranışların nefes verişle birlikte gerçekleşebildiğini tespit etmiş. Nefesin hayatımız üzerinde nasıl bir etkisi var?
Nefes alışlarımız kadar nefes verişlerimiz de bizim hayatın içindeki duruşumuza dair ipuçları veriyor. Ama en temelinde tüm davranışlarımızın kaynağı bilinçaltı… Bilinçaltı kodları nefes alışkanlığını doğrudan etkiliyor. Bilinçaltında kendini değerli hissetmek, iyilikleri ve güzellikleri almayı hak ettiğine inanmak gibi konularda kısıtlayıcı inançlar var ise, bunlar nefes alışlara yansıyor. Ve aynı şekilde bırakamamak, teslim olamamak, artık bize hizmet etmese de bazı kişilere, olaylara tutunmakla ilgili kalıplar varsa bu da nefes verişte izlenebiliyor. Ve tabii çağımız insanında, hepimizde, her an her şeyi kontrol etmekle ilgili güçlü bir istek ve alışkanlık var. Bu kontrolcülük de nefes kalıbına yansıyor.

İsviçre’de yapılan tespit bu açıdan çok anlamlı. Bir şeyi bırakabilmek, bazen açıkça bilinçaltına ve hayata, tüm toplumsal statülere ve kurallara meydan okumak ve gerçek bir varoluş sergilemek demek. Nelere sahip olmamız gerektiği çoğunlukla bize empoze edilen, dışardan gelen bilgiler ama neyi bırakabileceğimizi, sadece kalbimizle biliyoruz. Ve özgür irade, kalbimizin seçimleriyle vücut buluyor. O seçimleri dinleyip duyabilmek için, nefes çok güçlü bir araç…

Nefes konusunda birçok teknik olduğu görülüyor. Yogada pranayama denilen ve Uzakdoğu öğretilerinde her zaman yeri olan nefes çalışmalarının yeni versiyonları da son yıllarda dikkat çekiyor. Transformal Nefes Terapisi bunlardan biri. Nefesimizi kendi kendimize düzenleyebilir miyiz? Nefes üzerinde nasıl bir çalışma planlanmalı?
Nasıl nefes aldığınızla ilgili ilk yapabileceğiniz şey, fark etmektir. Gün içinde sayısız defa nefes tutup hemen ardından derin derin nefesler alır, çoğu zaman bunu “İçim sıkıldı” diye adlandırırız. Bu gerçekten sıkıntılı bir durum, zira nefes almadığımız her an, hayatla bağımız kopar. Yemek yemeden ve su içmeden kısa sayılamayacak sürelerde yaşarız ama nefessiz bu süre üç dakikadır. Biz bilinçsiz olarak nefesimizi tutsak da, bir noktada otomatik olarak sistem devreye girer ve bize derin nefesler aldırır. Onun için ilk ve en önemli nokta, nefesi izlemek, gözlemlemek, nasıl nefes aldığımız fark etmektir. Farklı pranayama teknikleri kullanarak nefes farkındalığı kazanabilir ve bunu meditasyonlarınızda uygulayabilirsiniz. Günlük rutin haline geldiğinde faydasını da görürsünüz. Ancak bizim uyguladığımız Transformal Nefes tekniği, daha derin ve güçlü bir teknik olup, nefesi kısıtlayan sebepleri de dönüştürmeyi hedefler. Nefesin kısıtlanmasına neden olan blokajları ortadan kaldırmaya ve kişiyi kendi ruhuyla yeniden buluşturmaya yöneliktir.

Transformal nefes terapisi nedir? Nasıl bir teknik içerir?
Transformal Nefes tekniği, yaklaşık 45 yıl önce Dr. Judith Kravitz tarafından geliştirilmiştir. 70’lerin sonlarında Dr. Kravitz bir metafizik doktoru olarak bütünsel şifa yöntemleriyle çalışırken, nefesi de kendi çalışmalarında kullanmaya başlıyor ve sonrasında kendi vizyonu ve içgörüsüyle bugünkü tekniği geliştiriyor. Şu an Transformal Nefes tekniği 53 ülkede kullanılıyor ve dünyanın en büyük nefes okulu olarak insanların hayatlarına dokunmaya devam ediyor.

Transformal Nefes tekniğinin özü, bilinçli bağlantılı nefes. Bu da şu demek, diyaframı etkin kullanarak alınan nefesler… Diyafram vücutta nefes için var olan bir kas ancak zaman içinde etkili kullanılmayarak sertleşiyor. Bizim Transformal Nefes ile hedefimiz diyafram kasına yeniden işlev kazandırarak vücuda kendi doğal varoluş nefesini hatırlatmak. Diyaframı kullanmak nefes kapasitesini genişletiyor, lenf sistemini stimüle ediyor ve vücutta detoks etkisi yaratıyor. Fiziksel anlamda bedeni daha sağlıklı kılıyor. Diğer taraftan da, kullandığımız teknikle tüm o biriken ve blokaj oluşturan duyguların bedenden çözülmesine yönelik çalışma yapıyoruz. Böylece, bize ağırlık oluşturan, frekansı düşük o duygular çözülerek bizi daha hafif, daha keyif dolu bir ruh haline taşıyor ve kendi özümüzle, otantik halimizle yeniden buluşmamızı sağlıyor. Ruhsal anlamda kendimizle, Yaradan’la, tüm insanlarla bağlantımızı güçlendiriyor. Transformal Nefes‘ten sonra hayatımıza artık yeni bir perspektiften bakıp yeni bir farkındalıkla yaşamaya başlıyoruz.

Birtakım olumlama cümlelerinin de nefesle birlikte kullanıldığı belirtiliyor. Olumlamalar hangi aşamada devreye girmeli? Olumlama için nasıl örnekler verilebilir?
Evet, çalışmalar esnasında bazı olumlama cümleleri söyleniyor. Bu cümleler, o anki duygu geçişlerinde çözülme sağlayıp o alanı şifalandırmaya yönelik kısa, öz ve pozitif cümleler. Bu cümleler çalışma esnasında bedenindeki bölgelere göre farklılık gösteriyor. Don Miguel Ruiz’in 4 Anlaşma kitabının ilk maddesi “Sözcüklerin gücü vardır.” der. Biz de bu inançtan hareketle sözcüklerin gücünden yararlanmayı seçiyoruz. Ben en sevdiğim olumlamayı size şöyle söyleyebilirim ki benim sadece çalışmalarımda değil, tüm hayatımda bu olumlamanın etkisi var: Nefesi seçiyorum, yaşamı seçiyorum.

Kişiler de günlük meditasyon pratiklerini olumlamalarla zenginleştirerek daha etkili hale getirebilirler. Lousie Hay’in kitapları, olumlamalarla ilgili olarak eşsiz bir kaynaktır. “Düşünce Gücüyle Tedavi” kitabını herkese öneririm. Bedensel sağlığa kavuşmak anlamında da bedensel şifa için olumlama örnekleri önerir. Ancak o olumlamanın etki etmesi için niyet, samimiyetle inanç ve içteki direncin kırılmış olması gerekir. Onun için ilk ve en önce, dönüşümü başlatmak adına herkesin Transformal Nefes ile tanışarak deneyimlemesini dilerim.”

***

Haberin tamamını okumak için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.

https://hthayat.haberturk.com/ozgur-iradeniz-nefesinizle-baglantili-1073371


Özgürlüğün ve ölümün ortasında...

Ne yıl ama…
Fırtına gibi başladı, öyle de devam ediyor. Ayak seslerini hepimiz 2018’den itibaren duymaya başlamıştık aslında. Pek çoğumuzun hayatında köklü değişimler olmaya başlamıştı. Astrolojik olarak bunu ay düğümlerinin yengeç- oğlak aksına geçmesi ve bu aksta tutulmalar olmasıyla izah edebiliriz. Ancak diğer taraftan da sanki bir gün odanın perdeleri açıldı ve heryer güneşle doldu. Pek çok şey gördük o ışığın etkisiyle. Dünya, hayatlarımız, ilişkilerimiz, değerlerimiz parlayan ışıklar altında ayan beyan ortadaydı. Bazılarımız duruma adapte olup aksiyon almayı seçerken, bir bölümümüz kenarda duran gözlüğünü alıp taktı ve aynı loşluğa kavuştu. Çünkü gördüklerini kabullenmek ve odayı yeni baştan dizayn etmek zordu. Ve diğer bir kısmımız ise kapıyı açıp odadan çıktı /kaçtı. Her neyse…

O günkü farkındalıkla, bilinçle ve seçimlerle ne olması gerekiyorsa, o oldu…
Ama zaman ne dümdüz ilerleyen ne de duran birşeydi.
Kendi ritminde ve kendi düzenince aktı.

Zaman akarken, odalarını temizlemeye girişenlerden bazıları da çok yoruldu. Eeeeeh yeter, günyüzü göremeyecek miyim deyip elindeki bezi bir köşeye fırlattığı gibi kendini en yakındaki koltuğa attı. Gözlüğünü takanlar herşey eskisi gibiymiş, çok güzelmiş, çok mutluymuş, herşeyi şahane yaparmış gibi devam etti. Odadan kaçıp gidenler, odayı suçladı, perdeleri suçladı, perdeleri açanı suçladı, odayı özledi, odadan nefret etti, kendi kabuğuna çekildi…

Aslında herşey böyle oldu…

Ama zaman durmadığı gibi, hayat da aynı yerde ve aynı düzende durmuyordu. Üstelik insanoğlunun daha çok işi vardı. Hayatta değişmeyen tek şey değişimdi ama insanlar alıştıkları düzeni korumayı seviyordu. E o zaman biraz hareket, biraz aksiyon, biraz hüzün, biraz keder, biraz korku, biraz endişe, biraz merak karışımı duyguları ortaya çıkarıverecek bir şey oluverdi.

Aniden.

Ya da yavaşça.

Bilmiyoruz.

Bir şey oldu, olmakta.
İdrak etmenin zaman aldığı, kabul etmenin henüz gerçekleşemediği, serbest bırakmaya kimsenin henüz teşebbüs etmediği bir şey oldu, oluyor.
Kollektiften bireye, bireyden kolektife yağmur gibi akıyor duygular.
Herkes kendi odasının içinde, gözlüğü bir yana atılmış, koltuklar kaldırılmış, perdeler uçuşarak duruyor. Rüzgar esiyor dört bir yandan ve hava buram buram değişim kokuyor.

Değişimin ne yana olacağı belirsiz. Bir oda dolusu bavul, eşya, paçavra ve kıymetli sandıklarımızla duruyoruz. Saçlarımız uçuşuyor ve uzaklardan bir özgürlük şarkısı duyulsa da etraf ölüm kokuyor.
Şimdi, şu an sadece duruyoruz. Belirsiz bir vakte kadar.
Ne zaman ki iki ayağının üstünde kendi gücüyle durduğunu farkedecek insanlık, o zaman karar verecek neyi atıp neyi tutacağına.

Şimdi duruyoruz…

Özgürlüğün ve ölümün ortasında…


2020'nin ilk ayı...

2020 tarihine baktığımda, ilk gördüğüm, 2 ve 0 bana herşeye önde başladığımız hissini veriyor. Pek çok şeyi tamamlayıp bitirdik ve şimdi ilerideyiz. Nerden ilerde? Eski halimizden ilerde. Geçen senekiyle aynı kişiyim diyebilen kaç kişi var aramızda? Evet hepimiz bir şekilde ‘büyüyoruz’ ama bunca temel değişiklik bu kadar kısa sürede ve böylesine yoğun yaşanmış mıdır, bilemiyorum…

2020 benim için de hızlı başladı. Yılbaşı gecesi yaşadığım rahatsızlıkla birkaç gün yataklara düşsem de, azıcık dur mesajının neden geldiğini anladığım an iyileşme de kendiliğinden başlamıştı. Sonrasında uzun bir yolun sonundaki benim konfor alanlarımın fersah fersah dışında bir seyahate gittim. Tam ay tutulması zamanıydı ve mesajları muhteşemdi. Yengeç-oğlak aksı tutulmalarından beklenmeyecek yumuşaklıkta, şefkatte ve yeniliklere gebe.

Seyahatten dönüş, işle güçle, gündelik hayatın koşuşturmacalarıyla sarmalasa da, hayat kendi rutininde gibi görünürken bambaşka akmaya başladı. Kim gittiği yerden aynı dönüyor ki? Ben de tüm yeni bakış açılarıyla kendi tempoma döndüm. Sömester tatiliyle geçen günler full time annelik, part time koçluk ve en mutlulukla gerçekleştirdiğim Transformal Nefes ® Grup Çalışmalarıyla dolu. Ve bu günlerde ayrıca 18-23 Nisan tarihlerinde yapılacak Transformal Nefes ® Semineri’nin de paylaşımlarını yapıp seminerle ilgili soruları yanıtlıyorum. Seminer 5,5 günde öyle dolu dolu ve zengin bir içerikle hayatlara dokunuyor ki, bir parçası olmak ve çok sevgili hocam Judith Kravitz ile çalışabilmek büyük mutluluk.

İşte ocak ayının sonuna yaklaşmışken 2020’nin ilk ayından ilk paylaşımım da böyle. Bu seneye dair diğer dileğim, bu mecrada daha çok bulunup daha uzun yazılar yazabilmek. Çoğu zaman burada bir yazı paylaşmaya niyetlendiğimde bile İnstagram’ın hızlı ve kolay etkileşim cazibesine kapıldığımı farkediyorum.

Ve son bir notla, 24 ocakta yaşanan yeniayla ilgili dileklerinizi yapmak için en uygun günün 27 ocak olduğunu hatırlatmak isterim. Özellikle yaşam alnınınızda istediğiniz değişimler, aile ilişkileri, kökler ile ilgili çalışmalar yapmak ve nefes almak için harika zamanlar. Bırakın dileğiniz havaya karışsın. Sesli söyleyin yeter. Ve söylerken inanın…
Yeniden görüşmek dileğiyle…


Arayış...

Kiminle konuşsam, herkes biraz yorgun, biraz küskün, biraz arayışta.

Yorgunluklar, içinden çıkılamayan düşünceler yüzünden çoğu zaman. Küskünlükler en temelde kendilerine. Arayış, içten içe yükselen bir huzursuzluk. Toptan özetleyecek olsam, halet-i ruhiye arapsaçı…
Peki kim çözecek, kim düzeltecek bu karmaşayı? Herkes kendi söküğünü dikmek zorunda desem belki de hiç okunmaz yazının devamı. Olsun, ben yine de deneyeceğim. İnsana ve insanlık hallerine dair hangi duygu pas geçip torpil yapıyor ki bazılarımıza? Yok böyle bir şey. Herşey, herkes için. Size söyleyen, en çok kendi dinliyordur sözlerini. Farkında olarak, olmayarak. Ama değil mi ki söz çıktı ağızdan, o zaman dermanı da gelir peşinden. Kırk yamalı bir yorgan kalbimizin içi. Alıp elimize oturalım bir köşeye ve usul usul dikelim söküklerini…

Yorgunum diyorsun. Neye ihtiyacın var? Şimdi, tam şu anda, ne olsa hayatında, üstündeki o yükler biraz hafifleyecek? Kimden gelecek o aksiyon? Senden? Peki… Seni durduran ne?

Küskünlük çiçeğini kalbinde açtıranlara bakalım mı birlikte? İklimi bırakıp çiçeğe dönse bakışlarımız? Anlatsan biraz bana o çiçeği? Suyu, güneşi, oksijeni… Nesi nasıl eksik kaldı da bitiverdi kalbinin orta yerinde? Farzet ki kocaman bir ayna tam ortadaki göbeği. Bak oraya. Gördüğün kimin sureti?

Ya da içindeki kocaman boşluğu dolduracak birşeyi mi arıyorsun? Ne olsa koymaya razı mısın? Yoksa hiçbir parça uymuyor mu o köşeli boş alana? Kocaman bir yapbozsun ve hatırlayarak dön geriye, nerde bıraktın o parçanı? Bırakırken razı mıydın, gönülden mi verdin? Başkasını mı tamamladın kendi kıymetinle? Yoksa zamanla aşınıp düştü mü bilmediğin bir yerde? Nedir şimdi planın? Dönüp geriye iz mi süreceksin, mevcut durumdan mı ilerleyeceksin?

Haydi söyle?
Sen burada ne yapıyor, ne arıyorsun? Bir söz der ki;
“Arayanlar bulamaz; ama bulanlar hep arayanlardır.” Bu açıdan baktığında kendine, o dolaşmış arapsaçının  ucunda illa ki bir parça çekilivermek için bekliyor. Sadece sen dolaşan yumağın içinden baktığından göremiyorsun. Kendini dengeleyip merkezlendiğinde, çık o yumaktan ve sükunetle izle her bir yerini. Acele etmeden ve sabırla bak ki, görünür olsun emareler.
Bulmak için aramadığında gelecek asıl aradığın. Çünkü yumağın ucu aslında senin avucunda…


Denge...

Hayatta en önemli şey denge. Ayarı kaçan herşey tehlikeli hale gelip zarar vermeye başlıyor. Eski bir Kızılderili atasözü de diyor ki:’Zehir değil, doz öldürür.’

Onun için, zaman zaman bulunduğumuz yeri kontrol etmek ve hayatın içinde merkezlenmek zorundayız.
Ne dünya nimetlerine gömülüp sadece maddi dünyayı düşünerek ve onun getirdiği kaygılarla yaşamak normal, ne de dünya realitesinden koparak spiritüel bir hayal dünyasında kaybolmak.

Ayaklarımız sımsıkı yere köklenmişken, kalbimiz açık bir şekilde göğe uzamalı zihnimiz. Aklımızda bedenlenmiş bir ruh olduğumuz gerçeğini hatırlayarak ve yaradanla bağımızı sımsıkı tutarak belirlemeliyiz dünyadaki yaşamımıza dair hedeflerimizi ve böyle yoluna koymalıyız hayatımızı.

Dünya hayatı sayılı gün ve kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi, belkide hepi topu üç gün. Bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey ne sadece paraya para katıp ünvana ünvan eklemek için buradayız, ne de herşeyden el etek çekip gitmeyi beklemek için geldik.
Geldik, burdayız. Burası dünya. Sınavı, ödülü, nefsi zorlayanı bol bir alan.
Geldik, çünkü yapacaklarımız var.

Şimdi durup merkezlenelim ve asıl yaşam amacımızı bulup onu gerçekleştirmek için çalışmaya başlayalım.
Hadi.

Madem geldik, neden geldiğimizi hatırlayalım.

Kalbimiz rehberimiz olsun.

1.10.2019,İstanbul