
Geçtiğimiz yıl, hepimizi bilmediğimiz yerden, güvenli alanlarımızın dışından gelen sorularla sınava tabi tuttu. Öyle ki süregelen bir travmanın içinde kaldık -ki hala devam ediyor- ve kendimize çıkış yolları aradık. Ben böyle zamanlarda başka hayat deneyimlerini okumayı ve başka gözlerden alternatif bakış açıları görmeyi seviyorum. Hayat her ne kadar tüm deneyimleri bize bizzat yaşatacak kadar uzun olmasa da, son yıllarda gördük ki, hızlandırılmış bir versiyonun içinde adeta zihinsel ve ruhsal bir evrim geçiriyoruz ve insanlık hikayelerine dair pek çok örnek gözlerimizin önünde, yaşamlarımızın tam orta yerinde cereyan ediyor.
Tüm bu fırtınanın içindeyken kendime sordum. Ne okusam iyi gelir? İçimden bir ses kütüphanede bekleyen Victor E. Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı isimli kitabını söyleyiverdi. 20. Yüzyılın en ünlü psikiyatristlerinden biri olan Victor E. Frankl bu kitapta logoterapinin ilkelerini ve 2. Dünya savaşı sırasında uzunca bir süre yaşamak zorunda olduğu toplama kampı deneyimlerini anlatıyor. Bu deneyimler sarsıcı, akıl, vicdan sınırlarını çok aşan olaylar. Ancak Frankl’ın anlatımında en çok dikkatimi çeken şey, tüm bunları içine duyguları katarak okuru manipüle etme yolunu seçmemesi ve herşeyi son derece net ve hem yaşayan hem izleyen bir gözle anlatması. Tüm anlatımını insanın varoluşunu, zorluklara katlanma becerisini ve insanı insan yapan nedir sorusunun eksenine oturtarak irdelemiş ve oldukça sarsıcı örnekler vermiş.
Frankl kitabın bir yerinde şöyle söylüyor:
“Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğu almak anlamına gelir.”
Bu satırlar hakkında kitabı okurken ve okumam bittikten sonra epey düşündüm. Bireye kendi varoluş sorumluluğunu alarak yaşamayı öğütleyen bu satırlar herkesin yetişkin olarak kendi hayatına sahip çıkmasını da zorunlu kılıyor diye düşünüyorum. Ve o yetişkin haline ulaşmak, içimizde farklı yaşlara takılı kalmış hallerimizi görüp şifalandırdığımızda mümkün olabileceği inancındayım. İlerleyen zaman herkese bir yetişkin görünümü veriyor ancak o görünümlerin ardında herkes aynı yetişkin bilincine ve olgunluğuna erişemiyor. Ancak kendimizle çalışmaya, tereapi ya da farklı şifa yolları denediğimizde duygusal bütünlenmemiz tamamlanarak hayatın bizden beklediği yetkinliğe ve yetişkinliğe erişebiliyoruz. Ve 21. Yüzyıl dünyasında ne mutlu ki, insanın içindeki anlam arayışını bulmasına ve bu yolda kendisini tanımasına yardım edecek pek çok metod mevcut…