
Dış dünyanın kaosuyla başa çıkmak zorlaşınca, hayatın bilinmedik yollarında kaybolmuşluk duygusu etrafı kaplayınca, ben bir düş’ün peşine düşüveriyorum. Orası uçsuz bucaksız bir masal diyarı gibi açınca kapılarını, hatırlayışlar, anılar ve gelecek günlerin ilk habercileri de düşüveriyor zihnime, kalbime.
En iyi gelen şey, bilindik kentlerin tanıdık sokaklarının hatırlarına dalmak oluyor. Yahut hiç gitmediğim ama çok merak ettiğim antik ve kadim bir uygarlığın bulutlara değen sarp yamaçları beni alıp götürüyor, dünyanın bilindik hikayelerinden çok uzaklara.
İnsan, kendine, çıkmaz sokaklardan çıkabilecek gücü verecek güzel, tatlı, ümitvar bir “şey” istiyor. O “şey”in adı, rengi, kokusu herkesin zihninde başka şekilleniyor ancak yarattığı etkinin sonucu, yeniden deneme cesareti olarak göz kırpıyor.
İnsan, ne kadar dirençli olduğunu, içinde kendini defalarca ayağa kaldıracak, kırdığı kalemin ucunu sivriltip yeniden yazmaya cesaretlendirecek, kapkaranlık bir odada el yordamıyla perdeleri buldurup, o perdeleri ardına kadar açtıracak gücü olduğunu asla bilemiyor. O derde düşmeden önce…
Ve insanın hayatta kalma, azimle devam etme, uyum sağlama, alışma, alıştığını sahiplenip ondan öncesini yok sayarak sahiplendiğine sımsıkı sarılma becerisi beni her tanık olduğum olayda daha da şaşırtıyor. Bu defadan sonra artık olmaz, yok canım daha neler dediğim pek çok olay, vay canına nidasıyla son buldu. Öğrendiğim şudur ki, insan asla ümit kesilecek bir canlı değil…
İnsan, kendinden de ümit kesebilecek bir canlı değil. Ondandır ki, benim, eve kapalı kalıp sokağın başına kadar bile yürümeye iznimiz olmayan zamanlarda tutunduğum en güçlü “şey”in seyahat etme ihtimali olduğunu fark ediyorum. Kıvrım kıvrım yeşil yollardan varılan masmavi denizlerin, beyaz badanalı kutu gibi evlerden sarkan begonvillerin, parke taş döşeli eski arastalarda içilecek bir fincan közde kahvenin hayali, her zaman, her şeye iyi gelir. Yeter ki sağlık olsun, yeter ki kalbimizin huzuru daim olsun, yeter ki kendinden ümidi kesme…