
Beni aradığında, anlatacak çok şeyi vardı. Hatta o kadar çoktu ki o “şeyler”, anlatırken ipin ucu kaçıyor ve konuları bir türlü birbirine bağlayamıyordu. Derken gözyaşları sicim gibi yüzünden süzülmeye başladı. Görmüyordum ama sesine verdiği kırgınlıktan anlıyordum.
O gün, onu uzun uzun dinledim. O kadar çok anlatacak konusu olan kimse, dinlenmiyor demektir. Çünkü insan, anlattığında gerçekten dinlenildiğinde, kendi sesinde birşeyler yakalar ve konu şekil değiştirir.
Zihnimi okumuş gibi kendiliğinden söyledi, beni kimse dinlemedi diye. Anlattığı kişilerin de dinlemekten çok söyleyecek sözleri vardı. Herkesin yaşam tecrübesi, kurumsal deneyimi, duydukları, gördükleri tavsiye vermeye yeter de artardı. Hiçkimse kendini durdurmayı başaramamış ve önerileri peşpeşe sıralayıvermişti. O anlarda en çok hissettiği, “sen bunu nasıl akıl edemedin ki” kibriydi… Yaaa, nasıl akıl edememişti de şimdi böyle sorunlar yumağında debeleniyordu. Ne ayıp! Her bir tavsiye kocaman yargıları da içine gizlemişti.
Sonra, çevresindekilere sustu. Ne tavsiye, ne yargı, ne kalbine kıymık gibi batan imalar… Bunlar değildi istediği, peki neydi?
Yargısızca dinlenmek, konuların içinde kaybolduğunda samimiyetle uzanan eli tutup olduğu yerden çıkmak, yaşadıklarının gerçek resmini görebilmekti.
Sadece dinlemekle işe başlayıp, elimizdeki resme bazen yukardan bakarak, bazen de içindeki tek bir figüre odaklanıp verdiği duyguya yoğunlaşarak yol aldık. Her adımda renkler canlandı ve resmin pırıltısı arttı. Üstüste yığılı “şeyler”, kendi içinde düzenlendiğinde daha anlaşılır ve çözülebilirdi. Ve öyle de oldu…
Gökten üç elma düşse, bana kalanın, kendi gücünü gören birinin gözlerindeki pırıltıya ortak olmanın mutluluğu derim…